YÖRÜK ÇADIRINDA YAŞAM |
|
Her yaşam biçimi, yaşandığı dönem, ortam ve şartlarına göre kendi kültürünü oluşturur ve o döneme ait bilgileri de taşır. Dönemin şartları itibariyle hayvancılığa bağlı olarak yaşamını sürdürenler, yaz-kış yeterli beslenme ve barınma alanları bulabilmek amacıyla, sürekli konar-göçer bir hayat yaşamak durumunda kalmışlardır. Konar-göçer bir hayata en uygun barınma imkânı veren çadır ve çadırda yaşam bu hayat tarzının en temel unsurunu oluşturmuştur. Bu anlamda bir yörük çadır yaşamına ait bilgilerin ve hikayelerin, bir sonraki kuşağa aktarılması amacıyla, o dönemi bizzat yaşayanlardan derleme yapılarak aşağıda verilmeye çalışılmıştır. Dudu Koyuncu’nun Anlatımıyla Kara ÇadırDudu Koyuncu’nun anlatımıyla kara çadır, namı diğer Kara Dudu, 1947 doğumlu, Köse Halil’in kızı, Koca Veli’nin gelinidir. Eminece kızı Dudu 2020 yılının bahar aylarında kara çadırla ilgili akılda kalanları şöyle nakletmiştir: Yavrum, benim çocukluğum, gençliğim de çadırda geçti, çadırda büyüdüm. Üçkapılı Köyü’nün Dökük Mevkii tarafında, daha yukarlarda Koca Kır tarafında çadır tutulurdu. Gözün başında çadır tutardık, Pazar Döleği Kör Pınar tarafında ise uzun süre çadır tuttuk. Bizim yörüklerde pek keçi olmaz daha çok koyunculuk yaparlar. Durum böyle olunca Çukurova’ya inildiğinde keçi, kara keçi, yünü alınırdı. Oğlak yünü olursa biraz yumuşak, eğer teke kılı (yünü) olursa çok sert olur ellerimizi acıtırdı. Önce yünler yıkanır, temizlenir ve sonra taraktan geçirilerek kabartılırdı. Sonra yünü burma yapar, kolumuza takar kirmenle eğirirdik. Yünü eğirme işi biraz imece usulü ile olurdu, konu komşu, tanıdıklara dağıtır, öğle eğirirdik. Eğirme işinde kirmen tam dolduğu zaman, eğrilen ip kirmenden çıkartılır ve buna yumak denir. İki yumak birlikte çiftelenerek, tekrar elde sarılarak bir yumak daha yapılır, buna goşma denir. Koşma yapılan ve yumak haline getirilen ip, çıkrıkta bükülerek, çıkrığın iğ adı verilen ince demir çubuğu (şiş) üzerinde sömek adı verilen yumak haline gelir (ortası bombeli ve iki uca doğru incelen bir yumak). Sömekler tekrar elde sarılarak yumak şekline getirilir. Artık çadır yapılacak ipler hazır ve sıra şimdi çözme aşamasına gelmiştir. Çözme deyimi, halı, kilim, çul, çadır, kolan, heybe veya çuval gibi dokuma işlerinde, ıstar adı verilen tezgâhta dokumadan önceki hazırlık işleminde kullanılan bir deyimdir. Önce, dokunacak şeyin boyuna göre, uygun mesafede, karşılıklı iki kazık çakılır. Her kazığın başına bir kişi oturur ve bir kişi de iki kazık arasında, mekik gibi gider gelir ve çözme işlemini yapar. Böylece çıkrıkta bükülerek yumak şeklinde hazırlanan ip, iki kazık arasında çözülmüş olur. Dokunacak şeyin enine göre çile ölçüsü kullanılır ve yapılan çözgü ipleri çifter çifter sayılır. Kazıklar arasında çözülen ip 4 tin (1 tin çözülen tek ipe verilen ad) olunca bir el olur (2 ilmek yani 2 çift) ve 10 el olunca 1 çile adı verilir. Çadırlar da kanat şeklinde dokunur. Çadırın her bir parçasına kanat adı verilir. Bir kanat yaklaşık 8.5 veya 10 çile olduğunu kabul edersek, bir çadır kanadının eni yaklaşık 85cm ila 100cm ebadında olabilir. Kara Çadır
Kara çadır deyip sözle geçilmez Sürüyle koyun geçi hayat kovulur İşin aslı imece kara keçi teke kılı Oğlak yünü taze yumuşak olur Kurulur çıkrık elle çarkı döner Boranlı dağlar karı eksik olmaz Çadır işidir ölçülü gitmek gerek Kara çadırdır oldukça havalıdır Neylersin yalnız hayat olmaz Değme değme tabip yaramdan elçek Çadır kurmak için gerekli beş direk Hayat zor, işi sağlam kazığa bağlamak Kerpiçtir tuğladır taştır bina yapıları Hep doğaldır yaşam altında sırtında keçe Yağmur yağar inceden çiseler üstüne Hep unutuldu hayal oldu geride kaldı ---------------------------------------- Keziban Doğanay’ın Anlatımıyla Kara ÇadırÇileli hayatın çileli kızı Keziban, 1940 doğumlu ve bir tekeli kadını olan Fadimece’nin kızıdır. Keziban’ın çileli hayatı annesi Fadimece ile başlar. Sanki bir kader gibi bu çileli hayat Fadime ebeye de annesinden geçmiş, kim bilir belki onun da annesi aynı kaderi paylaşmıştır. Keziban’ın hayatı bu şekilde başlayınca, ondan sonraki kuşaklar da paylarına düşen bu kader mirasını değişik şekillerde yaşamıştır. Fadimece kızı Keziban 2023 yılının bahar aylarında kara çadırla ilgili öyküsünü, annesinin çocukluğundan ve dönemin yaşam koşullarına ışık tutan bilgileri de katarak, şöyle nakletmiştir: Fadime henüz daha birkaç yaşlarında iken Dokuz Tekne köyünde yaşamakta olan babasını (Mehmet Çelebi) kaybeder, yetim kalır ve annesi Hatice ise genç yaşında bir kız çocuğu ile dul kalır. O günkü çetin yaşam koşullarında dul bir kadının tek başına hayatını sürdürmesi çok zordur, yaşamını sürdürmek için kol kanat gerecek ve destek olacak kimselere ihtiyaç vardır. Fadime kızın amcası İlyas (Hacı İlyas), kardeşinin ölen eşi olan Hatice’yi himayesi altına alır ancak çok geçmeden Hatice ebenin isteyenleri olur, netice de dul ve genç bir kadındır, gelen giden ve isteyeni eksik olmaz. Aile bu tür isteklerle mi uğraşacağım der ve işin çözümünü tez elden Hatice ebeyi evlendirmekte bulur ve uygun görülen birine verilir. Böylece Hatice ebenin Çeşmeli Sebil tarafında yeni bir hayat serüveni başlar ama geride henüz ana kuzusu olan, gözü yaşlı ve yetim bir kız çocuğu kalmıştır. Kardeş yadigârı diye kendisine verilmez. Hatice ebe kendi kaderine mi yansın yoksa geride kalan yavrusuna mı ağlasın, ya kısmet deyip bilmediği yeni bir hayatın yolunu tutmak zorunda kalır ancak gözü hep geride, küçük kızındadır... Küçük kız, kim bilir belki de büyüğünce işimizin bir ucundan tutar, belki de baba ocağında ölen kardeşinden geriye bir yadigâr olarak amcasının yanında kalması düşünülmüştür, kim bilir! Annesinin gitmesiyle hem yetim hem de öksüz kalan Fadime kız amcasının eşine emanettir ancak yengesi tarafından tam bir üvey anne muamelesi görür... Günler geçer Fadime kızın biraz aklı ermeye başlayınca, cicesi (amcasının eşi, yengesi) tarafından sürekli iş verilir, getir, götür, ayak işleri gibi hizmet yapması istenir ama yaşına göre verilen görevler ağır işlerdir. Üvey anne genelde Fadime kızı hep dışlar, sıcak anne şefkati göstermez, verilen görevleri yapması istenir. Çadır işleri, koyun kuzu, süt ve yayık işleri hep bir koşuşturmayla devam eden hayatın yükü küçük yaşta onun da sırtına binmeye başlar… Günün birinde Cicesi, henüz daha beş altı yaşlarında olan Fadime kıza yayık yayma görevi verir ve ben koyun sağımından gelinceye kadar bu işler bitecek der… Fadime kızın yayık yapacak ne gücü vardır ne de yayık tuluğunun bişşeğine erişecek boyu. Ama verilen görev üvey anne talimatıdır, başka çıkış yolu yoktur ve yapılmak zorundadır. Fadime kız yayık tuluğunun bişşeğine (yayık dövmede kullanılan ağaç) erişebilmek için çözümü, kara kazanı yayığın yanına sürükleyerek getirir ve ters çevirip üzerine çıkmakta bulur. Yayık bişşeğini vurmaya başlar ancak çok küçük olması nedeniyle yorulur, bişşeğe dayanarak kazanın üzerinde biraz dinleneyim derken uyur kalır. Cicesi gelir, işin bitmediğini ve kazanın üzerinde çocuğun yatıp uyuduğunu gören cicenin çenesi yine düşer, yapılan afra tafra ve zılgıtların hattı hesabı yoktur, dövmekten beter eder... Fadime kız çok çile çeker ve hayatı boyunca bu çileli yaşamı, cicesinin sert tavrını hiç unutmaz. Gün gelir Fadime kız bir gün ana olur, çoluk çocuğa karışır ama çocukluğunda yaşadığı bu çileli hayatı hiç unutmaz ve kendi kızlarına da anlatır, anlatılan kızlardan birisi de Keziban kızıdır. Fadime artık biraz genç kız olma çağına gelmiştir, durumları değerlendirecek yaştadır ancak yüreğinde bir acı vardır. Daha ana kuzusu iken şartların ayırdığı ana kucağı özlemi, hasreti içinde büyür ve bir kor olup yakmaya başlar! Gün geçtikçe anne hasreti içinde yanıp kıvranırken bir taraftan da acep nasıl gidip annemi görebilirim diye bir arayış ve hayal içindedir. İçini kemiren bu hasret Fadime kızın dış dünyasına da yansır, kendine yakın hissettiği ve derdini dökebileceği bazı kadınlara da yansıtır, söylemese de durumu halinden bellidir. Kime yanarsın, kime derdini dökersin, üvey analık tavrına mı, işlerin altında ezilen küçük kızın haline mi yoksa küçük yaşta anadan ayrı kalmanın acısına mı? Günün birinde halden anlayan ve yardımcı olmak isteyen kadınlardan birisi bu acıya dayanamaz ve bir çıkış yolu için sürekli durumu kollar, bir duyum alır ve Fadime kıza yardımcı olabilmek için akıl verir. Filan gün filanca kişiler anneyin köyü olan Çeşmeli Sebil’e gidecekler der. Onlar atlı sen yaya ama kendini göstermeden, geriden gizlice onları takip ederek, gidebilirsen git diyerek yol gösterirler ama Çeşmeli Sebil neresi, yakın mı, ırak mı hiçbir bilgisi yok… Fadime kız zaten yanıp tutuşmaktadır, atlı nasıl takip edilir, arkalarından nasıl yetişilir, hiçbir tedarik ve azık olmadan bu uzun yolculuk nasıl yapılır hiç düşünmeden, bir sabah erkenden yola çıkan atlıları geriden gizlice takip eder ve yola koyulur. Atlıları uzaktan takip eder, bir hayli yol alınır, gün öğle olmuştur, atlılar artık takip edilemez duruma gelmiş, uzaklaşmış ve gözden kaybolmuştur. Zaman zaman tırısla giden atlıları takip etmek ne mümkün…. Bir süre gidilen yön takip edilir ancak güneş, açlık, yorgunluk derken artık geri dönülemez bir yola girilmiş ve yol güzergahı da takip edilemez duruma gelinmiştir. Fadime kız çaresiz ve bitkin bir şekilde ilerlerken yolu dere kenarında çamaşır yıkayan birkaç kadına rastlar. Fadime kız yorgun argın, çaresiz bir şekilde halini bu kadınlara arz eder ve buradan geçip giden hiç atlı gördünüz mü diye sorar. Kadınlardan biri dayanamaz, ah kızım, yavrum ne bu hal! O atlılar buradan gelip geçeli çok oldu, sen ne yapacaksın o atlıları diye kadın hayret ve şaşkınlıkla kıza sorar. Kadının o sıcak ve yavrum deyişiyle başlayan bir ana yaklaşımı karşısında Fadime kız durumu ve başından geçen tüm olayları detaylıca anlatır… Durumdan etkilenen kadınlar kızım tek başına nasıl gideceksin, nasıl edeceksin, gün eğildi ikindi oluyor, önünden gelen akşam, günün bu geç vaktinde, aç, susuz, yorgun argın güneş altında, yaya yapıldak, yol bilmezsin iz bilmezsin, nasıl yol bulacaksın, atlılara nasıl erişeceksin, hiç olacak iş değil der kadınlar. Kadınlar, masum ve zavallı kızın haline acırlar, hikayesine üzülürler ve kendilerince bir çözüm yolu bulmaya çalışırlar. Kadınlardan biri, sen en iyisi bizimle kal ve sana yardımcı olalım der. Hele biraz otur, soluklan, kendine gel biraz, Allah kerimdir derler. Kadınlar yanlarında getirdikleri azıktan kalan peynir ekmek kırıntısından kıza verirler. Çamaşır tokaçlamaya devam edilir ve yıkama işleri biter, gün ikindi vakti, artık dönüş zamanı gelmiştir. Ancak kadınlar bu kızın acıklı haline hem üzülürler hem de düşünürken bir çıkış yolu bulmaya çalışırlar. Kadınlardan ileri gelenin biri aklına gelen çözümü söyler. Kadın benim iki tane kardeşim var der, hangisini beğenirsen onunla evlen kızım der, bu işin başka türlü olacağı yok diye kıza öğüt verir. Kız, kendine uzatılan bu sıcak ilgi ve şefkatle açılan kucak karşısında kadına güven duyar ve teklifini kabul eder… Başka da bir çıkış yolu da yoktur zaten, dönülmez bir yola girilmiştir. Kimsesiz, çaresiz ve umutsuzluk içinde kalan bu kızın düştüğü durumdan çekip çıkaran, bir umutla yeni bir hayata tutunmasına vesile olan kadın, Küçük Mustafa’nın eşi Zeynep’cedir, Zeynep ebedir… Zeynep ebe dere kenarında, diğer kadınlarla birlikte çamaşır yıkama işini bitirip kuruyan çamaşırları bohçalayıp sırtlanırlar ve kızı da yanına alarak çadırının yolunu tutarlar. Zeynep ebe eve gelince kardeşinin çadırına haber gönderir. Kardeşlerinden en küçüğü olan Hüseyin gelir ve kızı ona, aile büyüklerinden amcasının oğlu (Ahmet Kiya) ile birlikte teslim ederek eve götürmesini tembihler. Kız çadıra gelip yerleştikten sonra usulünce Fadime kıza gösterirler ve sorarlar, bu kardeşlerden hangisi ile evlenmek istersin kızım derler... Hüseyin’in diğer kardeşi ise Bayram’dır, Hüseyin’in büyüğü. Fadime kız, ben elimden ilk tutanı kişiyi bilirim ve Hüseyin der. Tekeli obasından olan Fadime kızın cicesinden ayrılarak annesinin yanına gitme hayaliyle çıktığı çileli yolun sonu böylece Karahacılı obasından Hüseyin ile kesişir. Fadime kızın yeni hayatı, Kara Mustafa oğlu Hüseyin ile bu şekilde başlar… Fadime kız zamanla çoluk çocuğa karışır, Çukurova- Üçkapılı arasında göçebe yaşam hayatına devam eder. Fadime kız gün gelir obanın ablası olur, anası olur, Fadimece’si, ebesi olur ancak genç yaşında eşi Hüseyin’i kaybeder, bir sürü çocukla tek başına dul kalır ve çocukları yetim kalır. Çileli hayat Fadimece’nin yakasını bırakmaz, artık ailenin kaderi olmuştur. Fadimece göremediği babasını ve uzunca birlikte yaşayamadığı eşinin adlarını, Emiş ile evli olan büyük oğlu Süleyman’dan ikiz olarak ilk erkek torun dünyaya gelince, onlara verilmesini ister. Birinin adını babanızın adı olan Hüseyin, diğerine de benim babamın adı olan Mehmet koyun der ve bu adlar çocuklara verilir. Hüseyin yine dedesi gibi aynı kaderi paylaşır ve erken yaşta hakkın rahmetine kavuşur… Fadime-Hüseyin ailesinin en küçük çocuğu Keziban’dır, henüz daha baba kucağını göremeden o da yetim kalmıştır. Bu kız anasının yanında büyümüş, onun hayatına ait hikayeleri dinlemiş. Keziban sekiz on yaşlarında iken, kızını görmeye gelen Hatice ebesini ve simasını iyi hatırlamakta ve en az iki kez gördüğünü beyan etmiştir. Zaman zaman İlyas dayısı (Hacı İlyas) da kendi çocuğu yerine koyduğu Fadime’sini görmek için, kışlamak için İncirli-Karatepe-Kurtkulağı yöresinde yurt tutan ailenin çadırına sık sık geldiğini bilmektedir. Günler geçer ve 1959 yılı yazında, Fadimece’nin son çocuğu olan Keziban annesini kaybeder, bunlar yetimdir diye henüz başlarını okşayacak kimse yokken, bunun üzerine bir de öksüzlük eklenir. Diğer taraftan yaşam devam etmektedir. Çadır hayatının zorlukları üzerine yeni oluşmaya başlayan yerleşik düzenin yükleri de gelmeye başlamıştır. Göçebecilik hayatının en temel işleri olan deve, koyun, kuzu ve varsa sığır gütme işlerinin üzerine artık yerleşik düzenin işleri de yansımaya başlamıştır; kara saban ve pullukla tarla sürme, tohum ekme, tapan çekme, elle burçak-nohut-mercimek-arpa yolma, orakla ekin biçme, düven sürme, harman kaldırma, harar ve daha sonra çetenle saman çekme gibi tamamen insan gücüne dayalı tarım işleri ile uğraşılar başlamıştır. Bu çileli hayatın içinden yoğrularak gelen ve Fadimece’nin en küçük çocuğu olan Keziban, o günlere dönük çadır yaşamını ve çadırın yapılışını da şöyle anlatmıştır; Bizim çadırlar 3 direkli olurdu ve 8 bağı vardır. 4-5 direkli çadırı biz kara koyuncularda görürdük. Biz keçi taşımazdık, bizlerde keçi olmazdı, bizler hep koyun taşıdık, koyun sürülerimiz olurdu. Bu nedenle kara keçi kılı (yünü) satın alınır ve çadırı kendimiz dokurduk. Keçi kılı (yünü) eğirme ve dokuma işleri hep imece usulü ile yapılırdı. Konu komşuya ve yakınlara çadır yapımı için yün dağıtılınca kimse geri çevirmez, herkes yardımcı olurdu. Keçi kılı yünler hazırlanır ve burma yapılarak kola takılır ve kirmenle eğirirdik. Kirmen dolduğu zaman bir yumak olur, ikinci bir yumakla birlikte koşlanır ve tekrar bir yumak yapılır. Koşlanan yumak çıkrıkta bükülür ve çıkrığın iği üzerinde bir sömek olur. Rahat çözgü yapabilmek için de bu sömekler tekrar elde yumak şeklinde sarılır. Çıkrıkta bükülen ip yumakları artık çözme aşamasına gelmiştir. Çadır kanadı boyuna göre, karşılıklı iki kazık çakılır ve çadırın boyuna göre ipler çözülür. Çadır kanadı eni ve boyuna göre çözülen çözgü, dokunmak üzere ıstara götürülür ve dokunurdu. Beş kanattan oluşan çadır, kanat kanat dokunur ve kanatlar birbirine özel ve su geçirmez şekilde çadır ipiyle dikilir, kendine has bir dikme şekli vardır, herkes bu işi yapamaz, bu işi yapan adamlar olurdu, bizim çadırları küçük Mustafa dikerdi. Çadırın kanatları birleştirilince kuşakları ve altlarına da çanakları dikilir, üç direğin üç tane de çanağı olur. Üç direkli bir çadırın sekiz tane bağı vardır. Bunlardan çadırın iki başında bulunan direklere baş direk ve bu direkleri karşılıklı tutan bağlara baş bağ, çadırın ortasındaki direğe orta direk ve bu direği karşılıklı tutan bağlara ise orta bağ derdik. Baş direkleri, iki baştan tutan bağlara ise öğsüz (öksüz) bağ derdik. Bir çadırın iki başında bulunan öğsüz bağlarını çözmeden çadır yıkılmaz. Öğsüz bağları tutan kazıkların sağlam olması için, kazıklar çakıldıktan sonra iyice bastırırdık. Bir çadırı yıkarken önce orta ve baş bağları çözülür en son öğsüz bağları çözülerek çadır bir tarafa düzgün şekilde yıkılır, düzgün şekilde katlanarak sonra da deve veya eşeğe yüklenirdi. Yağmur yağınca hemen çadırın bağlarına (kendirlere) bir soluk verilir, solutma (gevşetme) yapılır. Eğer bağlara hemen bir solutma yapmazsan, çadır gerilir, kazıkları söker ve çadır yıkılabilir. İlk yağmur yağdığında yağmur damlaları çadırın üzerinde birikir ve hemen akmaz, damla damla üzerinde toplanır. Yağmur damlacıklarının çadır üzerinde fazla yük yapmaması için hemen süpürgeyi alırsın, çadırın içinden yukarıdan aşağıya doğru süpürgeyi çekince yağmur damlaları çadır siyeğine doğru akmaya başlar. Zaten çadırı kurunca hemen etrafına küçük arklar yaparak yağmurun içeri girmesine engel olursun. Çadırın dış çevresine stil dolandırılır ve stil çöpleri ile çadırın kanatlarına tutturulur. Çadırın iç çevresine ise duvar gibi çığ (kamış çit) veya hasır gerilir, önüne de söğenler çakılır, rüzgâr yıkmasın diye. Poyrazdan tarafa da soğuk-ayaz gelmesin diye keçe stil dolandırılır ve kışın sıcak tutar. Çadırın kapısı ise, stil ve çitin bir ucu uzun bırakılır. Bu uzun kısmı diğer uca gerip stil çöpüyle tutturma veya dayamak suretiyle kapı şeklinde kullanılır, yani çadırın da kapısı vardır ve stildendir. Çadır sergisi olarak keçe kullanılırdı. Baş tarafa ala keçe ve alt tarafa ise düz keçe serilirdi. Ala keçeler renkli olurdu, ortasında renkli desen ve göbekleri vardı. Özellikle ala keçeleri yapmak için yazın yaylaya hallaçlar çıkar ve keçe dökerlerdi. Hallaçlar sırf bu işi yapmak için yaylaya çıkarlardı, yaptıramazsan da özellikle Bor’a gidilir döktürülürdü. Dökülen keçelerin kollanarak iyice pişirilmesi işini ise yine imece usulü ile hep kendimiz yapardık. Bu işi yaparken kollarımız acırdı. Çobanların kepeneğinin dökülmesi ve kollanması işini ise hep kendimiz yapardık. Çadırın baş tarafında ala çuvallar, yataklar, divi çuvalları yer alırdı. Alt taraflarda ise gıda, mutfak malzemeleri, tirki, ocak yanında ibrik gibi malzemeler yer alırdı. Gıda ve mutfak malzemeleri haricinde bulunan eşyaların üzeri hep kilimle örtülürdü. Kilimler hep elde dokuma, nakışlı ve renkli olurdu, çok güzel kilimler vardı. Çadırın vaz geçilmezlerinden biri de ocaktır. Ocak çadırın giriş tarafındadır, çadır kurulunca hemen üç taş çatılır veya varsa üç ayaklı olan sacayağı kurulur ve üzerine haranı konurdu, tabii ki maşası da yanında. Göç esnasında sacayağı ve ekmek sacını devenin arka tarafında yükün bir tarafına asıverirdik. Aydınlatma işi çok önceleri ocak ateşi ile ama sonraları benim zamanımda idare kullanılmaya başlandı. İdareyi yakar ıbrıkların üzerine koyuverirdik. Daha sonraları fener, gemici feneri çıktı da rahat ettik, çadırın orta direğine asıverirdik. Sırt ve çamaşırlarımızı (giysileri) ala çuvala, unumuzu divi çuvalına koyardık. Ala çuval renkli olurdu. Divi çuvalı ise özel ve sıkı dokuması vardır, un dökülmez, üzeri yine nakışlıdır. Benzer şekilde bir de üzerinde un eleyip hamur yapım işlerinde kullanılmak üzere iteği bezi vardır, sofra bezi gibi. İteği bezinin dokuması yine sıkıdır ve dış yüzünde nakışlar vardır. Bu bezin üzerinde un eleme ve hamur işleri yapılırdı. Göç esnasında denkler (yükler) tutulur develeri yüklerdik. Babacığım deveciymiş, pek becerikliymiş, develeri çok sever ve süslermiş. Develer için takımı kendisi yaparmış; yuları, çanları, zilleri, boncukları, aynaları, tokaları ve renkli örme çeki iplerini hep kendi yaparmış. Deveye yükleri düzgün, denkleri düzgün yapar ve güzel sararmış. Develere yükler sarılınca üç çeki ipi ile bağlanır, göğbed (göğüs), döş ve kasık. Babacığım öldükten sonra da anacığım bu takıları uzun süre bir torbada saklamış, ben de gördüm ama sonra oğlanları ne yaptı bilmem. Develer, eğer yağmur yaş olup yer ıslaksa, yokuş yer geldiği zaman çok zorlanırlardı, adeta yokuşu çıkmak için yeri dizler ve acı acı inilerdi. Develerin ayağı ıslak yerde pek kayar, ayak tabanları pek yumuşak ve düz tabandır. Develeri daha çok kuru ve düz yerlerden çekerler. Eğer ıslak ve rampalı yer geçiliyorsa, yükü de biraz ağırsa, develeri çıkartabilmek için çok çaba sarf edilirdi, haylanırdı, haydi kara mayam haydi, haydi davran kara mayam davran!.. Göçebeliğin temel yaşamı hayvancılık olunca, geçim kaynağını da hayvanlar, özellikle koyunculuk oluşturmaktaydı. Yeme içme ve beslenme de hayvan ürünlerine bağlıydı. İçme sularını deri tulukla çekerdik (özellikle keçi derisi), ayakkabılarımız ise çarıktı. Akşam yatarken çarığımızı köpek alıp götürüp yemesin diye çadırın içinde yanı başımıza koyardık, dışarda bırakmazdık. Tüm giysiler, erkek pantolonları elde örme yünden yapılırdı. Yağımızı, peynirimizi, çökeleğimizi, dolazımızı, ak katığımızı hep deri tuluklarda muhafaza ederdik. Çay şeker alışkanlığı yoktu. Helva ve sucuk (şeker sucuğu) gibi tatlımızı ancak göç baharında ve güzünde Pozantı’dan geçerken almak, bir helvalı ekmek yemek herkesin özlemiydi. Para pul da pek bulunmazdı, hemen bir kolan dokunur Pozantı’dan geçerken helva veya sucukla değişilirdi, oradakiler de hayvancılıkla odun ve benzeri taşımacılık işleriyle uğraştıklarından kolan ihtiyaçları olurdu. Bulgur pilavı ve yanında yayık ayranı çok iyi olurdu. Zaten yağımızı ve ayranımız yayıktandı, bunun için herkesin tuluğu vardı ve bişşekle vurdukça yağını ve köpüklü ayranını içmek çok güzel olurdu. Babacığım yayık ayranını pek severmiş. Her zaman haydi tekeli kızı bir yayık ayranı yap da içelim dermiş. Yarı yerleşik düzene geçmeye yakın dönemde süt makineleri yeni çıkmış, elle çevrilen kollu singer süt makineleri. Böyle olunca yayık ayranı yapılmaz olmuş ve tekeli kızı da haliyle ayran istendiğinde yoğurttan özeme ayran vermeye başlamış bizim Hüseyin dedeye. Bir iki derken bu iş olacak gibi değil, günün birinde Hüseyin dede makinenin süt haznesinde, çekilen sütün akış miktarını ayarlayan göbek milini alır ve bulgur çuvalına saklar. Koyun sağımı sonrası süt çekilecek ancak makine çalışmaz, parçalarında eksiklik vardır, ileri geri bakılır ancak aranan parça bir türlü bulunamaz, çaresiz tekeli kızı yine yayığın başına geçer ve bişşeğini vurmaya başlar. Artık yayık ayranı ve tereyağı olmaya başlamıştır, Hüseyin dede durumu geriden izler ve sonunda tekeli kızına seslenir, ayran yok mu ayran tekeli kızı diye. Ayran hazırdır, üzeri köpüklü bir tas ayran gelir ve kana kana içilir, yüzler de gülmeye başlamıştır, daha sonra süt makinesi de bu mutluluğa ortak olur ve o da çalışmaya başlar, makinenin neden çalışmadığı anlaşılmıştır… ---------------------------------------- Hep Hayal OlduNerde keçi kılından kanat kanat çadır dokuyan Nerde çarpana ile nakışlı çeki ipi dokuyan Nerde tahta kılıçla palana kolan dokuyan Nerde nakışlı ala çuvala, kilime kirkit vuran Nerde baharında güzünde çadır yıkıp göç düzen Nerde yazın hallaçlara ala keçe döktüren Nerde elde çeyizlik ala çuval dokuyan Nerde yüz, iki yüz, üç yüz koyun sürüsü olan Nerde bir yayma yük ile atına binip deh diyen Nerde kollarda burma burma yün, elde kirmen Nerde sac ayağı, maşası, tandırı, sacı olan Nerde yaylak kışlak yerlerimiz deyip yurt tutan Sür atını ağa, gidebildiğin yer senin tarlan Nerde o devlet, artık yeter, gidin şu ovada olun iskân Nerde göçünü çekip çadır kurup yurt tutan Nerde o kondukları yeri yurt deyip yerimiz sanan Metni derleyen ve şiirleri yazan: Hasan Doğanay, 2024 |